GDO Tartışırken Neyi Tartış(m)ıyoruz?

Bilmiyorum siz de benim gibi açlık hikâyeleri dinleyerek mi büyüdünüz. İkinci Dünya Savaşı’nı görmüş anneannem. İzmir’delermiş o sıra. Ekmek karneyle dağıtılıyor, şeker yok, yağ az. Annesi, yakındaki bir kışladaki askerlerden artan ekmeği istermiş. İzmir’deki kıtlığa artık katlanamayınca memleketleri olan Burdur’a dönmüşler. Orası biraz daha iyiymiş ama kıtlık savaş bittikten sonra da devam etmiş. Bugün bu olanların üzerinden 60 yıldan fazla geçmesine rağmen, hala kıtlığı, darlığı ve yokluğu anlatır durur. Ekmeği de – küflenmediği sürece – asla çöpe atmaz. Evde hiç ekmek kalmaması onun için en tedirgin edici durumlardan biridir. Bu nedenle de dondurucuda hep ekmek bulundurur. Eğer olur da birisi dondurucudan çıkan bayatlamış ekmeklere laf eder ve taze ekmek talep ederse, ekmeği işaret edip “Allah yokluğuyla terbiye etmesin sizi” diye de paylayıverir. O bayatlamış ekmekleri de bir şekilde mutlaka tüketir.

Böyle zor zamanları görmüş, açlığın, kıtlığın, yokluğun ne demek olduğunu bilenler için bolluk sözü veren genetiği değiştirilmiş organizmalar – kısaca GDO - birer lütuf gibi duruyor. Üstelik ilaçlama bile yapmadan zararlıları kendilerinden uzak tutabiliyor; demografik ve coğrafi ihtiyaçlar doğrultusunda insanlara ekstra besin takviyeleri yapabiliyorlar. Hatta ve hatta, eğer çalışmalar başarılı olursa, daha fazla karbonu toprakta sabitleyerek küresel ısınmaya ‘neden olan’ atmosferdeki karbonu azaltacaklar ve iklim değişikliğini daha da kötüleşmeden durduracak, süreçleri belki de geri çevirecekler (1). Yani dünyanın 2 büyük (ve birbiriyle ilintili) sorununa – açlık ve küresel ısınma – çözüm olacaklar (2).

Mutfakların ve ağız tatlarının değİşken kültürel olgular olduklarını öne sürerken bunların – değİşen ve kültürel olgular olarak – tarİhsellİklerİnİ reddetmek kendİne has bİr mİyopluk.

GDO ile ilgili çok yazıldı çizildi. Ben lafı uzatmadan en önemlileri olduklarını düşündüğüm 2 noktayı vurgulamak istiyorum. Bunlardan ilki, sıkça ortaya konan “ama aslında GDO hiç de yeni değil. Yüzlerce yıldır yapılıyor. Sen ortaokulda George Mendel ve bezelyelerini okumadın mı?” savı. Tartışmayı bunun üzerinden yürütenler hem GDOları tarihsel sürece oturtarak normalleştiriyorlar hem de atalık tohum olarak bildiğimiz yöresel koşullara evrimsel olarak ve yöre halkının müdahalesiyle uyum sağlamış organizmalarla ilgili kafa karışıklığı yaratıyorlar. Savları sıklıkla şu minvalde dile geliyor: Nihayetinde, Basmati pirinci de Indus vadisindeki çiftçilerinin beğendikleri tohumları melezlemelerinden üretildiyse, ‘gerçek’, ‘otantik’, ‘öz’ Basmati’den bahsedilemez, değil mi? Eğer insan eliyle bir melezleme söz konusuysa o tohumların genetiği ile oynanmıştır; sadece bu, laboratuvarda değil de tarlada yapılmıştır. Dahası, bugün mutfağın demirbaşları olarak kabul ettiğimiz ve atalık tohumdan üretilmişlerine bir çuval para verilen domates, biber, patates, mısır gibi birçok meyve, sebze ve tahıl da zaten Amerika’dan ve aslında oldukça geç gelmiştir. Bizim mutfaktaki yerleri en fazla 300-400 yıllıktır. Bunları ‘atalık’ diye kavramsallaştırmak onlara sahip olmadıkları bir tarihi meşruiyeti bahşetmektir. 

Fotoğraf: Johny Goerend

Fotoğraf: Johny Goerend

Bu savın sıkı savunucularından ve artık demirbaş olmuş ‘yabancıların’ ülkedeki 300-400 yıllık tarihini yeterli görmeyenin kişinin bir Osmanlı tarihçisi (üstelik de Osmanlı’nın geç dönemini çalışan) arkadaşım olduğunu, bu ironinin de beni her seferinde güldürdüğünü belirteyim. Kara mizah bir yana, mutfakların ve ağız tatlarının değişken kültürel olgular olduklarını öne sürerken bunların – değişen ve kültürel olgular olarak – tarihselliklerini reddetmek kendine has bir miyopluk. Tabii tarlada yapılan ve müşterek harmanlanan bilgilerle üretilen melezlerle, bilim insanlarının şirket bağışları ve ARGE yatırımlarıyla, patentlerini de gene bu şirketlerin alacağı, bilginin özel mülkleştiği laboratuvarlarda üretilen transgenikleri bir tutmak başlı başlına bir aymazlık. 

Genetİğİ değİştİrİlmİş tohum ekmeyİ reddeden çİftçİ, satmayı reddeden dükkân sahİbİ, tüketmeyİ reddeden bİrey… Sanırım GDO taraftarı savı ortaya sürenlere göre bunlar da benzer müdahalelerİ gerektiriyor.

İkinci sav, GDOların kaçınılmazlığı. Şöyle dile gelebiliyor: Eğer artık böyle bir teknoloji varsa ve bu teknoloji sayesinde dünyanın problemleri çözülebilecekse, neden kullanılmasın? Üstelik insanlar açlıktan ölürken bu teknolojiyi kullanmazsak, önlenebilir ölümleri önlemediğimiz için bile bile insanların ölümüne göz yummuş olmaz mıyız? Bu cinayet değilse nedir?

Bu savın bir benzerini çok sevdiğim tarihçilerden Ellen Meiksins Wood, kapitalist emperyalizmin ideolojik arka planını incelediği Empire of Capital adlı kitabında tartışıyor. Meiksins Wood’a göre erken kapitalist İngiliz emperyalizmini aynı dönemdeki diğer emperyalizmlerden ayıran atıla olan yaklaşımdı. İngiliz düşünürler sadece atıl bırakılan her yeri ve her şeyi özel mülkleştirmeye açık, sahipsiz, bakir olarak tanımlamakla kalmıyorlar, bu kavramlaştırma ve tasnife potansiyeli en verimli şekilde kullanılmayan her yeri, her şeyi ve herkesi de dâhil ediyorlardı. Amerikan yerlilerinin soykırımından Afrikalıların köleleştirilmesine, Hindistan ve daha nice ülkenin ve halkın sömürü statüsünde tutulmasına ve İngilizler adına çalışmaya, savaşmaya, ölmeye, vb. zorlanmasına kadar birçok mezalim böylece meşrulaştırılıyordu. Elindekini en verimli şekilde kullanmamak, potansiyelini iyi yönetmemek, atıl bırakmak, atıl bırakılmak ve atıl kalmak, İngiliz müdahalesini gerektiriyordu.  

Genetiği değiştirilmiş tohum ekmeyi reddeden çiftçi, satmayı reddeden dükkân sahibi, tüketmeyi reddeden birey… Sanırım GDO taraftarı savı ortaya sürenlere göre bunlar da benzer müdahaleleri gerektiriyor. Çünkü kendi potansiyellerini en verimli şekilde kullanmayan bu paydaşlar sadece kendilerine zarar vermiyorlar; üretmeyerek, dağıtmayarak ve tüketmeyerek toplumsal faydayı da azaltıyorlar, hatta topluma zarar veriyorlar, birilerinin göz göre göre ölmesine neden oluyorlar. Şüphesiz ki toprakları, dükkânları, tüketme hakları ve kapasiteleri ellerinden alınmalı ve bunları çok daha doğru kullanabileceklere verilmeli. 

Uzun vadede GDOların daha da yasallaşmasının akabİnde pİyasa dİnamİklerİnİn baskılarına İnat GDO ekmeyen, dağıtmayan ve yemeyenleRİn hak ve özgürlüklerİ neden ellerİnden alınmasın? Neden bu ‘atıllar’ sİndİrİlİp toplumdan atılmasın?

Eğer Türkiye’nin bu düşünceden sebeplenmediğini düşünüyorsanız tekrar düşünün. Son dönemde meraların parsellenmesinden toprakların birleştirilmesine, yarım yüzyıllık kamu yatırımlarının özelleştirilmesine kadar birçok süreç benzer söylemlerle meşrulaştırıldı (3). Uzun vadede GDOların daha da yasallaşmasının akabinde piyasa dinamiklerinin baskılarına inat GDO ekmeyen, dağıtmayan ve yemeyenlerin hak ve özgürlükleri neden ellerinden alınmasın? Neden bu ‘atıllar’ sindirilip toplumdan atılmasın?

Fotoğraf: Meriç Tuna

Fotoğraf: Meriç Tuna

Tabii bu savı ortaya atanların, açlık ve serbest piyasa dinamiklerini hiç anlamadıklarını, açlığın kıtlıktan kaynaklanabileceği gibi gıdaya erişememeden de kaynaklanabileceğini, yoksulluk ve yoksunlukla birebir ilişkili olduğunu ne hikmetse atladıklarını söylemeliyim (4). Bugün gıdaya fakirlik yüzünden erişememekten kaynaklı açlık iyice yaygınlaştı ve sistemin ‘doğal’ bir sonucu olarak o kadar normalleşti ki hiçbirimiz kanıksamıyoruz. Temiz gıdanın bir hak olduğunu unutup sistemsel problemlere karşı hayırseverliğin konmasını alkışlıyor, kronik fakirliği ve bunun yarattığı açlığı tartışacağımıza, tüketici odaklı gündelik çözümlerden medet umuyoruz (5).

Eğer GDOları tartışacaksak bu sağlıklı-sağlıksız eksenİnden çıkmalıyız dİye düşünüyorum. Hatta mümkünse şu ‘ethical consumerism’ (etİk tüketİcİlİk) söylemİnİn de defterİnİ dürelİm.

Farkındaysanız, anti-GDO taraftarlarının çok sevdiği ve sıkça dile getirdiği “GDO tüketmemeliyiz çünkü sağlıklı mı değil mi bilmiyoruz, orta ve uzun vadede insanlar üzerinde nasıl etkileri olacak bilmiyoruz” savından pek bahsetmedim. Açık konuşmak gerekirse, GDO meselesinin bir sağlık meselesi olduğunu düşünmüyorum. Bu konuda elimizde yeterli veri ve araştırma olmadığı gibi (ve akademinin bu firmalarla olan finansal bağımlılığı düşünülürse, belki asla da olmayacak (6)), sağlık faktörü de GDOları problemli kılan dinamikler açısından önemli bir değişim yaratmayacaktır. Nitekim birçok yiyecek ve içecek sağlıksız olmalarına rağmen üretilmeye, dağıtılmaya ve büyük bir zevkle tüketilmeye devam ediliyor. Diğer yandan, sağlıklı olması da üretim koşullarındaki büyük dengesizlikleri, kâr önceliğini, yaratabileceği çevresel tahribat ve dengesizlikleri bir anda önemsizleştirmeyecektir. Yani, GDOların temel problemi sağlıksız olmaları değil, büyük, birleştirilmiş topraklarda tek tip (monokültür) üretim biçimiyle, sadece parası olanın beslenebildiği, binlerce yıl müşterek biçimde geliştirilmiş birikimlerin özelleştirilip doğanın kendini tekrar üretme kapasitesinin kâr kaynağına dönüştürüldüğü tekelci bir ekonomik sistemin araçları olmalarıdır. GDO, işte bu sistemin önceliklerini barındırır (7); bu sistemin var olmaya devam edebilmesi için kullanılır. 

GDOları tüketici sağlığı üzerinden tartışmak meselenin bu yönlerini görünmez kıldığından en az yukarıda bahsettiğim 2 sav kadar yanıltıcı. Eğer GDOları tartışacaksak bu sağlıklı-sağlıksız ekseninden çıkmalıyız diye düşünüyorum. Hatta mümkünse şu ‘ethical consumerism’ (etik tüketicilik) söyleminin de defterini dürelim. Nitekim sistemik üretim problemlerine tüketim çözümleri önermek yetersiz olmasının yanı sıra hatalı bir yaklaşım kanımca; problemleri doğru tespit etmeyi engelliyor ve çözüm tartışmalarını rayından çıkarabiliyor. 

Tüm bunların yerine, biyoteknolojiden de umudu kesmeden, hatta ondan destek alarak (8), kırsal kalkınmayı konuşsak ya! Küçük çiftçiyi korumayı. Çiftçileri örgütlemeyi. Ve, tabii, çiftçiliği özendirmeyi.   


Dipnotlar

(1) Adam Popescu, The Guardian, 17 April 2019. Online versiyonu. URL: https://www.theguardian.com/environment/2019/apr/16/super-plants-climate-change-joanne-chory-carbon-dioxide

(2) David Rotman, “Why We Will Need Genetically Modified Foods”, MIT Technology Review, 17 December 2013. Online versiyonu. URL: https://www.technologyreview.com/s/522596/why-we-will-need-genetically-modified-foods/

(3) Aslında Türkiye’de bu düşüncenin yansımalarının köklü bir tarihi var. Detaya girmek başka yazılara kalsın. Buraya şimdilik sadece not düşelim. 

(4) Bu savı savunanlara Amartra Sen’in Poverty & Famines: An Essay on Entitlement and Deprivation ve Mike Davis’in Late Victorian Holocaust: El Nino Famines and the Making of the Third World isimli çalışmalarını tavsiye ederim. 

(5) Janet Poppendieck (2008) Want Amid Plenty: From Hunger to Inequality. In Food and Culture: A Reader. Edited by Carole Counihan & Penny van Esterik. 2nd Edition. Routledge: New York, NY pp. 563-571.

(6) Bununla ilgili şuraya bakabilirsiniz: Raj Patel (2009) Stuffed and Starved: The Hidden Battle for the World Food System. Melville House Publishing: Brooklyn, NY. Chapter#6, pp. 119-163.

(7) Nitekim şu haberde tanıtılan ürün, firmaların öncelikleri ve çözmek istedikleri ‘problemler’ ile ilgili iyi bir örnek teşkil ediyor: Kristen V. Brown. An Apple Genetically Engineered to Never Brown Will Hit Stores This Fall. Gizmodo. 13 October 2017. URL: https://gizmodo.com/an-apple-genetically-engineered-to-never-brown-will-hit-1819424040?utm_content=bufferc1054&utm_medium=social&utm_source=facebook.com&utm_campaign=buffer

(8) Konuyla ilgili kafa açıcı örnekler için şuraya bakabilirsiniz: Frank Viviano. This tiny country feeds the World. The National Geographic Magazine. Online edition. September 2017. URL: https://www.nationalgeographic.com/magazine/2017/09/holland-agriculture-sustainable-farming/?utm_source=Facebook&utm_medium=Social&utm_content=link_fb20171018ngm-cargillsponsor&utm_campaign=Content&sf123133409=1

Tabii buradaki projelerde kendi içlerinde politik-ekonomik çelişkiler içermekte.